Acemi Yiğido
Üyelik Tarihi: 15.08.2007
Yaş: 67
Mesajlar: 57
Thanks: 0
30 Mesajına 95 Kez Teşekkür Edildi.
Tecrübe Puanı: 640
|
Cevap: Gençlerbirliği
ZEKİ ÇOL
Taraftar uyuma, takımına sahip çık
Azerbaycan ile Kayseri'de oynadığımız milli maçın sonrası, kaldığım otelin "roof"una çıktım. Üç genç işadamıyla tanıştım. Üçü de Kayserili ve üçü de Beşiktaşlı. Tesadüf bu ya... Daha önce, Galatasaray'ın Bordeaux ile İstanbul'da karşılaştığı maçın oynandığı akşam da yine Kayseri'de ve yine aynı oteldeydim.
Salonda, TV ekranının karşısında yaklaşık 100 kişilik bir grup. Galatasaray gol attığında, inanın sanki Ali Sami Yen'deymişçesine bir taraftar coşkusunu yaşamıştım. Orada tanıştığım bir avukata da üç genç işadamıyla sohbetteki soruyu sordum:
Kayserilisiniz... Kayseri'de yaşıyorsunuz... Ama Kayserispor'u değil de başka takımları tutuyorsunuz. Peki, en azından Kayserispor'un maçlarına gidiyor musunuz?
"Arada bir" cevapları beni fazla şaşırtmadı.
Zira benzer tablolarla, yıllar boyu ülkenin dört bir yanında maç izlerken de karşılaşmıştım.
Geçtiğimiz ay sonu, bilyoner.com'un 1 milyon kişiyle yapıldığı belirtilen anket sonuçlarını okuduğumda, önce Kayseri'de yaşadıklarımı anımsadım.
Kimilerine göre gerçeği yansıtmadığı iddia edilen o anket, ülke genelinde üç büyüklerin taraftar oranının yüzde 88 olduğunu vurguluyordu. Galatasaray'ın yüzde 35'le başı çektiğini, Fenerbahçe'nin yüzde 33'le onu izlediğini, Beşiktaş'ın yüzde 20'lerde gezindiğini, Trabzonspor'un taraftar oranının yüzde 4 olduğunu, diğer kulüplerin toplam taraftar sayısı içerisinde sadece yüzde 8'lik bir payı bulunduğunu.
Açıkçası hiç yadırgamadım.
Futboldaki rekabet, lig kurulduğundan beri bir kısır döngü içererek sürüp gidiyor bu ülkede. Şampiyonluklar 4 kulübün tekelinde. Daha doğrusu tekelindeydi. Trabzonspor çeyrek asırdır, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş üçlüsünün arasına giremiyor. Bu tekel, kolay kolay kırılacağa da benzemiyor. Çünkü üç büyükle diğerleri arasında, hele şimdilerde aşılması çok zor bir uçurum var. Kamuoyu ilgisi, medya ilgisi, yaptırım gücü, bilinirlik, tanınırlık, ticari ve ekonomik güç, devlet kademesindeki etkinlik, aklınıza ne geliyorsa sistem kıyaslanmayacak boyutta üç büyük lehine işliyor. Taa yıllar öncesinden, yarım asrı aşan bir zaman diliminin ötesinden başlayarak bu gücü oluşturan en etkin faktör, şimdilerde bizzat büyüklerin boy hedefi haline gelen basın.
Bu ülkenin dün olduğu gibi bugün de medya başkenti İstanbul. On yıllar öncesinden başlayan üç büyük destekçiliğinin bugün vardığı nokta ise Anadolu'nun aidiyet duygusunu yitirişi.
Ligin oynanacağı 12 kentin, Trabzon dışında ve 8'inde -Antalya, Bursa, Denizli, Diyarbakır, Eskişehir, Gaziantep, Kayseri, Manisa-Galatasaray, 3'ünde - Ankara, İstanbul, Sivas-Fenerbahçe'nin daha fazla taraftara sahip olması, bunun bir ölçüde göstergesi.
İstanbul ve Trabzon'u saymazsak, o kentlerden Diyarbakır, Eskişehir ve Sivas dışında kalanların hiçbiri, taraftar sıralamasında üç büyüklerin arasına bile giremiyor.
Adanalının, Antalyalının, Balıkesirlinin, Erzurumlunun, Erzincanlının, Giresunlunun, Karabüklünün, Kayserilinin, Malatyalının, Ordulunun, Rizelinin, Siirtlinin yüreği önce kendi takımı için atmazsa, Türkiye'de futbol nasıl kentsel aidiyet duygusuyla buluşacak? Kalıcı başarılar, taraftar desteğiyle bütünleşip nasıl sağlanacak? ekonomik büyüme, ticari gelir nasıl artacak? Güçlü lobiler nasıl oluşacak ve kulüpler nasıl ayakta duracak?
Futbolun vazgeçilmez değerlerinden biri tabii ki taraftar. Ve taraftarlık olgusu, taa yolun başındaki basın dayatmalarıyla bu ülkede yanlış yerleşmiş durumda. Hiçbir Batı ülkesinde böylesine bir garabet yok. Orada insanlar, öncelikli ve ağırlıklı olarak kendi kentinin takımının taraftarı.
Oysa bizde ya Galatasaray ya Fenerbahçe ya da Beşiktaş'ın.
Büyükle, güçlüyle, hükmedenle anılmak, aslında bizim milletçe de karakteristik özelliklerimizden biri.
"Yönetim uyuma, taraftara sahip çık" sloganlarıyla en ufak bir sorunda sıklıkla karşılaştığımız bir ülkede yaşıyoruz. Fakat nedense, "taraftar uyuma, kentinin takımına sahip çık" diyecek bir yapılanmaya gitmeyi ise beceremiyoruz.
Futbolda çok yönlü kalkınmanın yollarından birinin, bizdekinin aksine aidiyet duygusunun oluşmasından geçtiğini de galiba pek bilmiyoruz.
Nereye gidiyoruz?
FArtık o devirler çoktan geride kaldı. Tesis yetersizliğinden söz ettiğimiz, malzeme bulmakta güçlük çektiğimiz, antrenörsüzlükten kıvrandığımız, parasızlıktan yakındığımız dünlerle vedalaşalı çok oldu.
Şimdi, geçmişle kıyaslanmayacak olanakların sahibiyiz. Ama ve ne yazık ki, o yokluk günlerinde yakaladığımız başarıların dahi gerisindeyiz.
Üstelik yerlisini beğenmediğimizde yabancı antrenörü göreve getirecek, kendi çocuklarımızın performansını yetersiz bulunca devşirmelere milli takım formasını giydirecek bir sürece de girmemize karşın.
Son olimpiyatı anımsayın... Dökülmüştük!
Son Akdeniz Oyunları'na göz atın... Hüsranla döndük!
Birileri çıkıp, 20 altın, 19 gümüş, 26 bronz madalyayı "başarı" diye yutturmaya kalkabilir.
İnanmayın.
Bu, Türkiye'nin Akdeniz Oyunları tarihinde aldığı en başarısız sonuçlardan biridir. Aksini düşünenlere, önce şu tablodan söz edelim:
Türkiye 1951'de Mısır'dan 1,65, 1953'te İspanya'dan 3, 1959'da Lübnan'dan 4, 1967'de Tunus'tan 5, 1971'de İzmir'den 4,86, 1975'te Cezayir'den 4,81, 1987'de Suriye'den 4,9, 1991'de İtalya'dan 4,07, 2001'de Tunus'tan 4,41, 2005'te İspanya'dan 4,17 yarıştırdığı sporcuya karşılık 1 madalya kazanmıştı! Pescara'da 5,26 sporcuya karşılık 1 madalya aldı!
Bu ortalamanın tarih boyunca daha kötüsü, 6,16 ile 1963 İtalya, 8,1 ile 1979 Yugoslavya, 6,09 ile 1983 Fas oyunlarında yaşandı. Ve o devirlerdeki olanaklar, bu devirle kıyaslanmayacak ölçüde aşağılardaydı.
Pescara'ya tarihin en kalabalık ekibiyle gittik. 27 dalda 342 sporcuyla. 15 dalda kürsüye çıktık, 12 dalda bir bronz dahi kazanamadık. Hem de Akdeniz Oyunları'nın 3. sınıf bir organizasyon olmasına karşın!
Güreş, halter ve atletizm olmasa hüsranın ağababasını yaşayacaktık. Altın madalyaların yüzde 80'i, tüm madalyaların yüzde 58,4'ünü bu üç dalda aldık.
Denildi ki, genç bir kadroyla katıldık.
Galiba olimpiyat, dünya, Avrupa şampiyonalarında yarıştırdığımız, kürsüde alkışladığımız sözgelimi Nurcan'ı, Elvan'ı ve daha nicelerini de o kategoride saydık! Artı; İtalya, Fransa, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerin de en az bizim kadar genç kadrolara deneyim kazandırmanın peşinde koştukları gerçeğini ıskaladık.
Şöyle bir dönüp de olimpiyat tarihimizi ve madalya alan sporcularımızı hatırlamaya çalışın. Güreş ve 1988 Seul Olimpiyatları'ndan itibaren halter... Madalyalarımızın ezici çoğunluğu bu iki daldan. Ve bu iki dal, şimdilerde olimpiyatların en az ilgi gören sporları. Tabii ki onların performanslarını saygıyla, takdirle karşılıyorum. Lâkin güreş ile halter yoksa uluslararası arenada Türk sporu da yok! Haydi, son dönemlerde atletizmde yaşadığımız kıpırdanmayı istisna tutalım. Peki, biz diğer dallarda ne yapıyoruz?
Sözgelimi 18 sporcuyla gittiğimiz yüzmede bir üçüncülük bile alamıyorsak... 10 sporcuyla katıldığımız jimnastikte 1 bronzla avunuyorsak... Takım sporlarında 1 şampiyonluk kazanamıyorsak... Biz nereye gidiyoruz? Aslında temel soru da bu zaten... Türk sporu nereye gidiyor? Akdeniz Oyunları'nda 1991'de Atina'da başlayan yükselme süreci, 2005 İspanya'dan itibaren hissedilir bir gerilemeye dönüştü. Katılımımızın daha az olduğu o dönemlerde, mesela 1991'de 23, 1993'te 34, 1997'de 28, 2001'de 33 altın madalya kazanmışken, bu sayı 2005 ve 2009'da 20'şerde kaldı. Son olimpiyatlarda 2004'te yine Atina'da sergilenen performans mumla arandı.
Bilmem bu veriler size bir şey ifade ediyor mu?
Bana çok şey ifade ediyor. Artık tesisimiz var... Malzememiz var... Antrenörümüz var... Paramız var... "Gak" denince et, "guk" denince sütün esirgenmediği bir yeterliliğimiz var. Spor yapma çağında 30 milyon gencimiz, yani bir türlü değerlendirmeyi beceremediğimiz devasa bir potansiyelimiz var.
Ama... Yöneticimiz yok!
Geçmişte var olan spor yöneticilerimizin yerinde şimdi yeller esiyor.
Ne yazık ki, Türk sporunun son dönemlerdeki en temel ve düşündürücü sorunu bu.
Kaynak/Zaman.com.tr
__________________
haydigencler
|